Bir Sayfa Seçin

Moda sektörünün sosyal kısmı, üretimi, ilhamı ve tarihi bizler için çok önemli. Bu nedenle üzerinde sıklıkla durmaya çalışıyoruz. Ve biliyoruz ki sürdürülebilirliğin sosyal kısmında üzerinde durulması gereken pek çok konu var. 

Sömürgecilik ve etkileri özellikle moda sektörü açısından bakıldığında topraklarımız ve tarihi gelişimimiz açısından pek üzerinde durmadığımız bir konu gibi gözüküyor. Bu konu ile ilgili yazmaya karar verdikten sonra aklıma ilk olarak Edward Said’in Türkçe’ye Şarkiyatçılık olarak çevrilmiş – Oryantalizm (batının şark anlayışı) kitabı ve sanat tarihi derslerimiz geliyor. Said’in Oryantalizm kitabında birçok konudan bahsederken batının doğuyu sömürme, bir şekilde temsil etme, ötekileştirme çalışmalarını da ele alır. Postkolonyal (Postkolonyalizm sömürgeciliğin bıraktığı mirası sorunsallaştıran bir dizi felsefi, sosyolojik, psikolojik, edebi teoriyi içine alır) bir düşünür (post-colonial thinker) olarak Said şunu söylemiştir: “Batı’nın Doğu hakkındaki spekülasyonlarının başlangıcından beri Doğu’nun yapamadığı tek şey kendini temsil etmekti.” Bu sözü paylaşmamız doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmamız için bize alan yaratıyor diyerek yazımıza başlayabiliriz. 

Bugün burada moda aktivizminden bahsederken apolitik olmak veya görünen kısmı perdelemek, bu konuların üzerinde durmadan sürdürülebilir moda konuşmak neredeyse imkansız. Bu nedenle bu blog yazımızda kolonyalizm yani sömürgeciliğin batı topraklarında üretimi nasıl etkilediğini çok kısaca anlatmaya çalışacağız. 

Burada ilham, benimseme veya kültürel temellük, kültür yağmacılığı (appropriation) gibi terimlerle kolonyalizm (sömürgecilik), dekoloniyalizm (sömürgeden çıkarma) arasındaki bağları da kısaca ve kaynaklarıyla belirtmeye çalışacağız. Fakat yazımıza başlamadan önce kullanacağımız bazı moda terimlerinin Türkçesini bulmakta zorlananlar için ortaya çıkmış olan Sürdürülebilir Moda Lisanı’nın Moda’nın dekolonizasyonu ile ilgili tanımını paylaşmak istiyoruz: Moda söz konusu olduğunda merkezde Avrupa yer almak üzere Batı merkezci bir anlayış bulunmaktadır. Endüstrileşme, kapitalizm ve modernitenin getirdiği sömürgecilik anlayışı çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Modanın sadece belli bir coğrafya ya da bir grubun öncülüğünde yönetilen bir sistemi işaret etmesi sonucunda, giyinmenin herkes ve her topluluk için evrensel olduğu görmezden gelinmektedir. Modanın dekolonizasyonu, Avrupa-Amerikan merkezciliğinin dışında yer alan farklı kültürel mirasları, giyinme biçimlerini, moda etkinliklerini, toplulukları, insanları ve doğal varlıkları kabul ederek, Batı ve Kuzey ülkelerinin moda sistemi üzerinden gerçekleştirdiği sömürüye karşı çıkan bir anlayıştır. 

John Seller, Atlas Terrestris . . . (London, 1676)

Hala Büyük Sorunumuz: Günümüz Sömürüsü

Sömürgeciliğin çok geçmişte kaldığını ve varlığını günümüzde daha az hissettiğimizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Ayesha Barenblat and Aditi Mayer’ın “Markalar Günümüzün Sömürü Ustalarıdır” (Brands Are Today’s Colonial Masters) yazısında belirttikleri üzere günümüz sömürge zihniyetleri ve uygulamaları, bugün işlerin nasıl yürüdüğü konusunda en üst düzeyde hüküm sürmeye devam ediyor. Sistemler genellikle, hammaddeden emeğe kadar kaynakların çıkarılması ve sömürülmesini sonsuz büyüme ve başarı için bir araç olarak görmeye dayanır. Ve bu kaynakların çoğu, tam olarak sömürgeci şiddet tarafından istikrarsızlaştırılan ülkelerde çıkarılıyor. (sömürgeci şiddeti yalnızca fiziksel değil psikolojik şiddeti de barındırmakla birlikte World History Project sömürgecilik şiddeti üzerine şunları söylemiştir: Tarihçiler hala farklı bir soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar: Sömürgecilik neden bu kadar acımasızdı? Genel olarak, kanıtlar sömürgeci şiddetin en az üç nedenine işaret ediyor. Birincisi, sömürgecilik, bu kontrole direnen başkaları üzerinde kontrol kuran bir grup insanla ilgiliydi. Kavga ve gaddarlık günlük hayatın bir parçasıydı. İkincisi, sömürgeciliğin para kazanmakla ilgili olduğu ve sömürgecilerin kâr elde etmek için genellikle zorunlu çalışmaya ihtiyaç duyduğudur. Üçüncüsü, sömürgeciliğin, bir grup insanın diğerlerinden daha iyi olduğu fikrine bağlı bir kültürel sistem olduğudur. Bu düşüncenin haklı çıkardığı ceza ve ayrımcılık genellikle şiddetliydi.)

Bugün emek, kaynak ve mal alışverişinde kullanılan ticaret yolları, büyük ölçüde bir buçuk yüzyıl öncekiyle aynıdır. Avrupalıların Amerika kıtasından şeker ve kahve taşımak için kullandıkları yollar, günümüzde modayı Batılı tüketicilere ulaştırmak için kullanılan güzergahlardır.

Geçmişteki sömürge sistemlerinin zorla çalıştırmaya ve diğer sömürü biçimlerine dayanması gibi, günümüzün moda şirketleri de Bangladeş, Vietnam, Hindistan ve Etiyopya gibi ülkelerde çoğunlukla kadınlardan oluşan bir işgücünü sömürmeye ve bundan kâr elde etmeye devam etmesi de sömürgenin büyük bir göstergesidir.

Anna Quirino’nun “Moda ve Sömürgecilik: Durdurulması Gereken bir Fenomen” (Fashion and colonialism: a phenomenon to be stopped) adlı yazısında bahsettiği gibi moda endüstrisi, endüstriyel tarım (gübreler, böcek ilaçları, GDO’lu tohumlar) gibi çevreyi bozan süreçleri kullanarak ve aynı zamanda zorla çalıştırma, hatta bazen çocuk işçiliği gibi, dünyanın güneyinden zengin kaynakları çıkararak çalışıyor. Emek sömürülüyor, daha düşük fiyatlar aranıyor, asgari ücretler ödenmiyor ve güvenli çalışma koşulları sağlamıyor.

Sömürülenler ve Ötekileştirilenler Kimler?

Tarihsel olarak düşündüğümüzde kültürlerin kendi kimlikleri ve hikayeleri olduğunu görürüz. Fakat günümüzde var olan moda akımlarının çoğunun Avrupa’nın, aristokratik kültüründen ve onun heteronormatif, baskın sosyal üstünlük görüşünden geldiğini söylemek mümkündür. Angela Jansen’ın Modanın Dekolonizasyonu ‘Beyaz Adamın Bakışına’ Karşı Çıkmak yazısında yer alan kısım şu şekildedir: Paris’teki Institut Français de la Mode’da profesör olan Alice Litscher, “Moda her zaman dünyanın geri kalanı hakkında bir yorum sağladı – ya da çoğu tasarımcının atıfta bulunduğu ülkelere gitmediği için nasıl hayal edildiğine dair bir yorum sağladı” demiştir. “Moda, Batı’nın dünyanın geri kalanını yücelttiğini, uygarlaştırdığını, soylulaştırdığını ve zenginleştirdiğini öne süren bir norm oluşturmak için siyasi bir araçtır – uzun bir sömürge zihniyetinin devamı ve meşruiyeti halindedir.” 

17. yüzyılın başlarında, uzak ülkelerin vizyonlarını moda trendleri olarak görmeye başladık: Avrupa kraliyet mahkemelerindeki Chinoiseries (Chinoiserie, özellikle dekoratif sanatlar, bahçe tasarımı, mimari, edebiyat, tiyatro ve müzikte Çin ve diğer Doğu Asya sanatsal geleneklerinin Avrupa yorumu ve taklididir)  belirsiz bir şekilde “Asyalı” olan her şeyi popüler hale getirdi. Aynı şey, Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan’dan ithal edilen görsel öğeler ve stilizasyonlar olan Turquerie ve Indiennerie için de söylenebilir. Bugün, moda tarihine bir bakış, Batı’nın kendine mal ettiği kültürlerden ziyade kendini nasıl görmek istediği hakkında daha fazla şey söyleyen uzun bir uyumsuz, alıntılar ve ödenekler geleneğini ortaya koyuyor. Jeanne Lanvin’in kimonoları; Elsa Schiaparelli’nin “egzotik beden”e olan hayranlığı ve tabii ki Paul Poiret’in harem pantolonu ve sarığı. Genellikle bu yeni şekiller yeni “modaya uygun” normlar getirdi. Alice Litscher, “Harem pantolonları kadın gardıroplarına pantolon getirmenin ince bir yoluydu, kimonolar korseyi sorgulamak için bir bahaneydi” diyor, “ancak bunlar genellikle bahsedilen kişileri hesaba katmadı.” 

Bu aşamada kültür yağmacılığı (cultural appropriation) dan bahsetmemiz konuya açıklık getirecektir. Kültür yağmacılığı, baskın olmayan bir kültürün nesnelerinin veya unsurlarının, stereotipleri güçlendirecek veya baskıya katkıda bulunacak şekilde ve orijinal anlamlarına saygı duymadan veya kaynaklarına itibar etmeyen bir şekilde kullanılması anlamına gelir. Aynı zamanda kültürlerinin parçalarının (kıyafetleri, dansları vb.) izinsiz olarak kullanımını da içerir. Günümüzde bunun örneklerini öyle sık görmekteyiz ki artık bunun kültürel yozlaşmaya ve yağmacılığa girdiğini çoğumuz ayırt edemiyor olabiliriz. Kültür emperyalizminin bir getirisi olarak azınlık kültürlere ait olan kültürel ögelerin kullanılması ve benimsenmesi ilham almanın da dışına çıkmaktadır. Mesela yerli halklar, eskimolar, siyah kültürler gibi azınlık ögelerinin saç tiplerinin, takılarının, danslarının ve giyimlerinin günümüzde yaygınca kullanılması ve bu kültürlerin yanlış stereotiplere oturtulması buna örnektir. Buna ek olarak Sürdürülebilir moda lisanı’nın açıkladığı gibi modanın dekolonalizasyonu da Avrupa-Amerikan merkezciliğinin dışında yer alan farklı kültürel mirasları, giyinme biçimlerini, moda etkinliklerini, toplulukları, insanları ve doğal varlıkları kabul ederek, Batı ve Kuzey ülkelerinin moda sistemi üzerinden gerçekleştirdiği sömürüye karşı çıkan bir anlayıştır. 

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK KONUSU

Günümüzde algılanan sürdürülebilirlik kavramının yalnızca çevresel olmadığı ve sosyal, kültürel, ekonomik bütüncül bir yaklaşımla yaklaşılması gereken bir kavram olduğunu söylemiştik. Tüketim ve üretim modellerinin vahşiliği hem tüketici hem de üretici açısından gerçekten ezici bir biçimde hızlı. Buna karşılık sürdürülebilir moda için yavaş modayı, etik ve adil üretimi, iyi çalışma koşullarını, yaşamsal ihtiyaçları, temel hakları, kaynak sorunu ve üretim, tüketim alışkanlıklarını tartışırız. Devamlı büyüme yerine alternatiflerle, döngüsel ekonomi uygulamalarıyla kar dengelerini ve üretim dengelerini tersine çevirebilme üzerine tasarılar üretiriz. Globalde var olan bütün teorilere bakarken ve sürdürülebilirlikle ilgili temel çözümlere bakarken kaynak kullanımıyla ilgili dikkat edilmesi gerekenleri söylerken aslında sürdürülebilirliğin insan doğasında da yüzyıllardır pratik ettiği bir şey olduğunu söylememek işten değildir. Var olan kaynakları yeterli kullanabilme ve yaratıcılıkla dönüştürebilmeyi insanlığın gelişiminde özellikle savaş ve fakirlik dönemlerinde görürüz. Burada belirtmek istediğimiz fakirlik dönemine dönelim geriye dönüş yaşayalımdan ziyade tüketim alışkanlıklarına dikkat çekmektir. Çuvallar kıyafete, tahıllar çorbalara, ekmekler kırıntılara ve binlerce şeye dönüşür ve tekrar tekrar kullanılır. Günümüzde ise öyle sık ve yoğun üretir ve sonunu düşünmeyiz ki üretim için ilhamlar, üretim için kaynaklar, kültürler, hayvanlar, üretim için insanlar da tükenir. 

Nasıl mı? 

Günümüz üretim modelinde sömürgeciler, çoğunlukla markaların kendileridir. Özellikle pandemi sürecini de bir olağanüstü hal olarak düşünüp aksayan üretimleri düşündüğümüzde bunu açıkça gördük. Bilmeyenler için Clean Clothes Campaign (Türkiye’de de var olan Temiz Giysi Kampanyası) Remake gibi kurumlar hızlı moda markalarının pandemide üretim bandında kalan hiç ücreti ödenmemiş binlerce kıyafet ve işçilerin hak ettikleri ücreti alabilmeleri için #PAYUP kampanyasını başlattılar. Neden bunu yapmak durumunda kaldıklarını şu şekilde özetleyelim: Pandemi sırasında siparişler için #PayUp’ı reddeden Amerikan ve Avrupa markaları arasında C&A, Gap, Urban Outfitters ve Walmart yer alıyor. Hızlı moda markalarının iş modelleri her zaman yağmalamak için dünyanın en ucuz ve en fakir bölgelerine gitmek olmuştur. Ücretler arttıkça Çin çok pahalı hale geldiğinde Kamboçya, Myanmar ve şimdi Etiyopya gibi yerlere kaçtılar. Bunun sebebi bu ülkelerde daha iyi bir altyapı ve düzgün çalışan fabrikalar olması değil. Buralar siyah ve kahverengi ırkları sömürmek için kalan en ucuz sınırlar. Kötü şartlarda çalıştığı gözler önüne serilen ve çok çalıştığı bakışlarından belli olan zavallı bir hazır giyim işçisi imajı, büyük ölçüde kamu bilincinin bir parçası haline geldi, ancak bu artık insanlar için nedense hissiz görünen bir şey. Ancak bu uysal iş gücünün yaratılması, tamamı moda endüstrisinin küresel yarışına bağlı olarak kasıtlı bir eylemdir. 

Susan Sontag modern yaşam hakkında şunu söylemiştir: “Modern yaşam duyusal yetimizi öldürdü. Şimdi önemli olan, duyularımızı geri kazanmak.” Peki yediklerimizden, ilişkilerimizden, giydiklerimizden, doğadan, hayattan ve kendimizden ne zaman bu şekilde vazgeçtik? Değerlerimizi ve duygularımızı nasıl böyle kaybettik? Tek bir şeyin, yani metanın önemli olduğu bir çağa nasıl dönüştük ve bu çağa nasıl uyum sağladık? Ve bu böyle de kalmadı ne yazık ki. Çağımızda şiddet sadece fiziksel değil her türlü şiddeti içerir ve buna ırkçılık, beyaz üstünlüğü, çevresel terörizm, kapitalizm, emperyalizm, ataerkillik, yerleşimci sömürgeciliği, topluluk üzerinde birey, kadın düşmanlığı ve daha fazlası dahildir. Örneğin Maggie Zhou’nun “Sömürgecilik ve Hızlı Moda Ayrılmaz Bir Şekilde Bağlantılıdır — Aja Barber Nasıl Olduğunu Açıklıyor” (Colonialism & Fast Fashion Are Inextricably Linked — Aja Barber Explains How) adlı yazısında da bahsedildiği gibi hazır giyim çalışanlarının yaklaşık %80’i, ağırlıklı olarak Küresel Güney’den gelen kadındır. PwC Amerika’nın (çok uluslu profesyonel hizmetler ağı) yaptığı araştırmaya göre ise mağazalarda ve hazır giyim sektöründe orta kademe yöneticilikte ve üretimde %70-%80 oranında kadın görülürken üst kademede ise CEO kadın oranı %12lere kadar düşmekte, yönetim kurulundaki kadın varlığı %28 civarında görülmektedir. Bunun sebepleri de tartışılmalıdır. Ne yazık ki 20. yüzyıl, insanlık, değerler ve diğer her şey için planlandığı gibi korkunç bir tüketim ve şiddet yüzyılı diyebiliriz. 

Umarız dengeler insanların yaşam hakkını dengeleyecek şekilde düzene girer. Biz de birey olarak elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.

Yazıya katkılarından ve değerli yorumlarından dolayı çok sevgili Sanem Odabaşı hocama ve ilham aldığım Seda Yılmaz’a teşekkürlerimi sunarım.